Mevlana- Mesnevi yazı dizisi-1


1-Dinle neyden; zira o, bir şeyler anlatmada, ayrılıklardan şikayet etmededir.

Ney der ki: 'Beni kamışlıktan kopardıklarından beri iniltim, kadın ve erkek herkesi ağlattı.'

'Ayrılık, bağrımı parça parça eylesin, ta ki aşk derdini anlatabileyim.'

'Her kim aslından uzak ve ayrı olursa o, kavuşma zamanını bekler durur.'



'Ben ki her meclisin ağlayanı, iyilerin de kötülerin de arkadaşıyım.'

'Herkes kendi zannınca bana dost olur, sohbetimden bir şeyler öğrenmek ister.'

'Gerçi sırrım, feryadımdan uzak değil, lakin her göz ve kulakta bunu sezecek nur yok.'

Can ve ten birbirinden gizli değildir. Fakat canı, görmeye izin yoktur.

Ney'in sadası ateş oldu, onu hava sanma. Kimde bu ateş yoksa yazıklar ona.


Yorumlar

  1. 1. Bu neyi dinle, nasıl şikayet ediyor? Ayrılıklardan hikaye ediyor.
    Ellerdeki nushalarda "Bişnev ez ney" yani “Neyden dinle” ve "hikaye"
    "şikayet"den once yazılı ise de, eski nushalarda "Bişnev in ney" yani “Bu
    neyi dinle” şeklindedir; ve "şikayet", "hikaye”den oncedir.
    Hz. Pir: "Bu neyi dinle" tabiriyle, kendi mubarek vucudlarına işaret
    buyururlar. Cunku neyin ici boş olup, ufleyen kimsenin nefesi, ondan ses
    cıkarır. İnsan-ı kamilin vucudu da "ney" e benzer. "Ney"in yedi deliği,
    insanın yedi dış a’zasına işarettir ki, beşerin fiilleri bu a’zalardan cıkar.
    İnsan-ı kamilin "ney" gibi boş olan vucudundan meydana gelen fiiller,
    ancak Hakk’ın tasarrufuyladır. "Ney" ifadesiyle, bildiğimiz "ney"e de işaret
    buyrulmuş olması mumkundur. Cunku "ney"in sesi, her bir sazın sesinden
    daha yakıcı olup, dinleyenlerin kalblerine yumuşaklık verir ve aşk ehlini
    vecde getirir. Bundan dolayı bu "ney" aşıkların ruhlarına kelimesiz ve
    sozsuz hitablarda bulunmuş olur.
    Mesnevi-i Şerif’e "dinle" hitabı ile başlanması da, insani kemalattan olan
    ilim ve irfanın, insanda kulak yolundan oluşacağına işarettir. Ve Kur’an-ı
    Kerim'de de işitmek, gormenin onune alınmıştır. Nitekim Firavun'u davete
    me’mur olan Musa ve Harun (aleyhime's-selama)a hitaben Hak Teala, Taha
    suresinde “la tehafa inneni meakuma esmau ve era” (Taha, 20/46) Yani
    "Korkmayınız, muhakkak ben sizinle beraberim. İşitirim ve gorurum"
    buyurmuştur. Başka ayetlerde de benzer ifadeler oldukca coktur.
    İnsan-ı kamilin ayrılıklardan şikayeti ve hikayeler anlatması hakkında
    Hz. Mevlana efendimiz Fihi Ma Fih’lerinin 54. bolumunde kendilerine
    sorulan bir soru uzerine şu izahatları verirler:
    "Birisi Hz. Şeyh'den, yani Hz. Mevlana'dan şunu sordu: Hakkında "Ey
    Resulum sen olmasa idin, felekleri halk etmez idim" buyrulan Mustafa
    (s.a.v.) bu azamet ile beraber "Ne olaydı, Muhammed'in Rabb'i, keşke
    Muhammed'i halk etmese idi" der. Bu nasıl olur? Hz. Mevlana şu şekilde
    cevab verdi:
    "Bu soz bir ornek ile izah edilir. Bir kasabada bir erkek, bir kadına aşık
    oldu ve her ikisinin evleri yakın idi. Beraberce omur surerler ve balıkların
    su ile hayat buluşu gibi, onlar da semirir ve gelişir ve hayatları birbirinden
    olur idi. Birdenbire Hak Teala onları zengin etti. Okuzleri, koyunları, at
    suruleri, malları, altınları, ve hizmetkarları coğaldı. Bu ni’metlerin
    cokluğundan şehre taşınıp, her birisi birer şahane konak satın aldılar ve
    oraya yerleştiler. Biri bir tarafta ve diğeri, obur tarafta. İş bu hale gelince o
    kavuşmaya muvaffak olamadılar. İcleri altust oldu ve ciğerleri yandı,
    gizlice inlediler, care olmadı. Boylece yanmaları, son dereceye ulaştı. Onlar
    bu ayrılık ateşi icinde busbutun yandılar. Boyle olunca iniltileri kabul
    mahalinde kabul olup, malları ve hayvanları eksilerek yavaş yavaş ilk hale
    donduler. Bir muddet sonra ilk bulundukları kasabada birleştiler ve
    kavuşmalarını yaşamaya koyuldular, ayrılığın acılığını yad ettiler. "Ne
    olaydı, Muhammed'in Rabb'i, keşke Muhammed'i halk etmese idi"
    aykırışı meydana geldi. Cunku Muhammed (s.a.v.)’in canı soyut olup kudsi
    alemde ve Hak Teala'nın kavuşmasında gelişme bulur idi. Balıklar gibi o
    rahmet deryasına dalar idi. Gerci bu alemde peygamberlik ve halka
    rehberlik makamına ve padişahlık azametine sahip ve şohret ve sahiplik
    icinde idi. Ancak yine ilk yaşayışa donduğunde "Keşke peygamber olmasa
    idim ve bu aleme gelmese idim" der. Cunku o mutlak kavuşmaya gore
    butun bu memleket, azab yuku ve gucluktur …....."
    İşte, Muhammedi varis olan insan-ı kamillerin, ayrılıktan şikayetleri de
    bu turdendir ve şikayet değil hikayedir. Nitekim Hz. Pir, aşağıdaki
    mubarek beyitte acık bir şekilde bu ma’nayı beyan buyururlar: Mesnevi:
    "Ben canın canından şikayet ediyorum; hayır, ben şikayet edici değilim,
    hikaye ediyorum."

    YanıtlaSil
  2. 2. Ney der ki, beni kamışlıktan kestikleri zamandan beri, figanımdan
    erkekler ve kadınlar inlemişlerdir.
    Hz. Mevlana bir onceki beyitte mubarek bedenlerini "ney"e ve ici boş
    kamışa benzetmişlerdi. Bu işaret ile, "neyistan"dan ve kamışlıktan kastın,
    cismaniyet alemi olması uygundur. Ve doğrusu bu kesafet aleminde peyda
    olan beşer bedenlerden her birisi, Hakk’ın isimlerinin ve sıfatlarının
    gorunme yeri olup, daima onlardan bu ilahi isimler ve sıfatların hukumleri
    acığa cıkmaktadır. Şu kadar ki, insan-ı kamil, bu kamışlık mesabesinde olan
    cismaniyet aleminde, kendi cismani vucudunun vehmi olduğunu ve yok
    olduğunu idrak eder; ve noksan insan ise, kendi vehmi olan varlığında ve
    benliğinde gark olmuştur. Ve bir Hakk’ın vucudu ve bir de benim
    vucudum vardır deyip durur.
    Orneğin, insan-ı kamil, kamışlıktan kesilip neyzenin uflemesine ve guzel
    nağmeler cıkarmasına elverişli bir "ney"e benzer. Noksan insan ise, her ne
    kadar kamışlıktan kesilmiş ise de, tesviye edilmemiş ve ici dolu olduğun-
    dan dolayı guzel nağmeler ve sesler cıkarmaya musaid olmayan "ney"e
    benzer. Eğer bu ney de, kamil bir ustad tarafından tesviye gorup ve ici
    boşaltılırsa, guzel bir ney haline gelir.
    "Erkek"ten kasıt, nefsani hazzına mağlub olmayan kamil ve arif şahıslar;
    ve "kadın"dan kasıt da, nefsani hazlarıyla ve benliği ile meşgul noksan ve
    cahil şahıslardır. Bu iki ma’na, gorunuşte erkek ve kadın olanların her
    ikisini de kapsamaktadır. Cunku kamil ve arif olan kadınlar, her ne kadar
    gorunuşte kadın iseler de, ma’nada erkek hukmundedirler. Nitekim
    Rabiatu'l-Adeviyye (kuddise sırruha) hazretleri bu zumredendir. Ve aynı
    şekilde gorunuşte erkek olan noksan ve cahil şahıslar da, ma’nada kadın
    hukmundedirler. Nitekim Firavun'un ve Nemrud'un ve benzerlerinin
    cahillikleri ve sersemlikleri meydandadır.
    "Figan"dan kasıt, insan-ı kamilin, arif ve cahil insanlar onunde, beyan
    buyurduğu hakikatler ve ma’rifetlere dair olan sozleridir ki, bu Mesnevi-i
    Şerif başından sonuna kadar Hz. Pir'in bu tur figanlarından ibarettir. Ve
    Hz. Pir'in sozlerini dinleyen her sınıftan halk, o yuksek ma’nalardan
    etkilenir. Nitekim Fihi Ma Fih'lerinin 24. bolumunde şoyle buyururlar:
    "Bir gun bir cemaat arasında soz soyluyor idim. Onların arasında kafir-
    lerden de bir sınıf var idi. Soylemim sırasında ağladılar ve zevk ve hal hasıl
    ettiler…..." Ve aynı şekilde Sipehsalar Menkıbeleri’nde buyrulur ki:
    "Hz. Mevlana, mubarek cami'de kursiye cıkıp, kendilerinde olan halden
    dolayı şevk ve cok buyuk bir yakıcılık ile ciğerden ve gonulden cıkan
    hadsiz dağlayıcı ahlar ile şu iki beyti okudular:
    "Ey ne hoşgece idi ki, yarimizin kavuşmasından tesaduf olmuş idi. Jupiter
    birinci evde ve guneş kucakta idi. Her kadehi ki bana verirdi; aklına sahip
    ol derdi. Ey muslumanlar! Bu hal icinde aklın ne yeri var idi!"
    Bu beyti okur okumaz, onların muamelelerinin yansımasından ve
    nurlarından butun herkes ağlamaya başladılar; ve halkın aşağı ve yukarı
    tabakasından, bir ağızdan feryad ve figan cıkıp, hayli sure ağladılar.
    Cemaat, bu ağlayıştan kendilerine geldikleri zaman, gorduler ki Hz.
    Mevlana kursiden inip gitmiş idi."
    Bu on bilgi anlaşıldıktan sonra, beytin ozetle ma’nası şoyle olur: "İlk
    kavuşmuşluk halimi ve cismaniyyet aleminde olan sonraki ayrılığımı yana
    yakıla kamillerin ve noksanların onunde hikaye ederim. Benim sozlerimden
    ve figanımdan, onların ruhları da bu ayrılığı hatırlayıp ağlarlar." Gorduğum
    şerhlerde şerh ediciler, kamışlığı "a'yan-ı sabite" veya "ruhlar alemi" diye,
    erkeği, "te’sir edici ve etken suretler” ile ve kadını da “te’siri kabul edici ve
    edilgen suretler” diye şerh etmişlerdir.

    YanıtlaSil
  3. 3. Ayrılıktan pare pare sine isterim, ta ki iştiyak derdinin şerhini
    soyliyeyim.
    "Şerha" et dilimi ve bıcak yarası, "şerh" ise gizli olan bir şeyi acıp meyda-
    na koymak demektir. Yani "Ben bu cismaniyyet aleminde beşer fertleri
    arasında, bu ayrılık duygusundan dolayı sinesi ve kalbi dilim dilim ve pare
    pare olmuş ve kendi aslı olan kudsi aleme kavuşmaya aşık olmuş kimse
    isterim, ta ki ona, bu asla olan iştiyak derdinin sırlarını acayım ve şerh
    edeyim. Cunku benim bu hususda soyleyeceğim sırları ve hakikatleri,
    bunların isti'dadları ceker."
    Bu sozun cekmesi hususunda Hz. Pir'in, bu Mesnevi-i Şerif’in ceşitli
    yerlerinde beyanları vardır. 4. cildin 1318 ve 1319 numaralı beyitlerinde
    şoyle buyururlar: "Eğer meclisde soz cekici bulur isem, kalbimin
    cemenistanında yuz bin ma’rifetler gulunun ciceğini bitiririm; ve eğer o an
    soz oldurucu deyyusu bulursam, nukteler kalbimden hırsız gibi kacar."
    Ve 6. ciltte "Muhakkak Allah Teala vaaz edicilerin diline, dinleyenlerin
    himmeti kadar hikmet telkin eder" mubarek kırmızı başlıklarında da bu
    ma’na mevcuttur.
    Ve Fihi Ma Fih’lerinin 26. bolumunde de şoyle buyururlar: "Soz, dinle-
    yen kimselerin isti'dadı kadar gelir. O ne kadar emip gıdalanırsa, hikmet
    sutu o kadar gelir ve acığa cıkar. O emmeyince, hikmet dahi dışarıya
    cıkamaz ve yuz gostermez. Acaib şey! Nicin soz ortaya cıkmıyor dersin?
    Acaib şey! Sen nicin sozu cekmiyorsun? Sana dinlemek kuvvetini vermeyen
    azimu'ş-şan Zat, soyleyene de sozun soylenmekliğini vermiyor."

    YanıtlaSil
  4. 4. Her bir kimse ki, o kendi aslından uzak kaldı, tekrar kavuşmasının
    zamanını ister.
    Butun bu dunya aleminin suretleri, Hakk’ın hakiki vucud denizinin
    dalgalanmasından oluşan kopuklerdir. Bu kopukler yine o hakiki vucud
    denizinde mahvolurlar. İnsan-ı kamilde bu hakiki asla ulaşmak iştiyaki
    zahirdir. Noksan insanda ise bu iştiyak batındır. İnsan-ı kamil, bu
    dunyanın suretleriyle eğlenemez ve zevk edemez. Noksan insan ise bu
    batında olan iştiyakini tatmin icin, zevk edeceğim ve eğleneceğim diye
    cırpınıp durur; fakat neticede her şeyden bıkar. Sebebini idrak edemediği
    bir zevksizlik ve ıztırab icinde yaşar. Nitekim ayet-i kerimede “Ve men
    a’rada an zikri fe inne lehu maişeten danken” (Taha, 20/124) yani "Bizi
    anmaktan yuz ceviren kimse icin, muhakkak sıkıntılı bir yaşayış vardır"
    buyrulur.
    Bu ma’na hakkında Hz. Pir Fihi Ma Fih’lerinin 16. bolumunde şoyle
    buyururlar: "İnsanda bir aşk, bir taleb, bir ıztırab ve bir istek vardır ki, eğer
    bu alem mulkunun yuz bin katını verseler, rahatlamaz. Bu halk, her bir
    bilgiyi ve işi ve san'atı ve mevkiyi ve ilimleri ve yıldızları, ve diğer şeyleri
    ayrıntılarıyla tahsil eder ve asla gonlu rahatlamaz; cunku amac olan şeyi
    elde etmemiştir. Sonucta sevgiliye "dil-aram yani gonlu rahatlatan" derler.
    Yani gonlu onunla karar bulur ve rahat eder. Boyle olunca sevgilinin gayrı
    ile nasıl rahat edebilir ve karar bulabilir? Butun zevkler ve istekler bir
    merdiven gibidir. Mademki merdivenin basamakları ikamet ve durma yeri
    olmayıp gecmek icindir; ne mutlu o kimseye ki, uzun yolun kısa olması icin
    pek cabuk uyanık ve vakıf olup, merdivenin bu basamaklarında omrunu
    ziyan etmez."
    Ve aynı şekilde 27. bolumunde de şoyle buyururlar: "İnsan, gormediği ve
    işitmediği ve anlamadığı şeyin talib ve aşıkıdır; ve gece gunduz onu arar
    durur. Ben gormediğimin kolesiyim. Herkes anladıkları ve gordukleri
    şeyden usanmışlardır ve kacıcıdırlar. İşte bu sebebden dolayı felsefeciler
    ru’yeti yani Cenab-ı Hakk’ı goruşu inkar edicidirler; cunku onlar derler ki,
    gorduğun zaman doymak ve usanmak mumkundur, Cenab-ı Hakk’ı gorup
    usanmak ise mumkun değildir. Sunniler derler ki, doymak ve bıkmak, bir
    renk uzere gorunduğu zaman olur. Mademki “kulle yevmin huve fi şe’nin”
    (Rahman, 55/29) yani "Hak her anda bir iştedir" ayet-i kerimesi gereğince,
    her bir anda yuz bin renk gorunur. Eğer yuz bin tecelli etse asla birbirine
    benzemez. Sonucta sen de şu anda Hakk'ı eserler ve fiiller icinde goruyor-
    sun. Her an turlu turlu muşahede ediyorsun; cunku bir fiil, bir fiile
    benzemiyor; sevinc anında başka tecelli ve korku ve umit anında başka
    tecelli. Mademki Hakk’ın fiilleri ve O'nun fiil ve eser tecellileri turlu
    turludur ve birbirine benzemez; bundan dolayı O'nun zati tecellisi de boyle
    olur. Fiil tecellilerini buna kıyas et, ……….."

    YanıtlaSil
  5. 5. Ben her bir toplulukta figan edici oldum. Kotu halliler ile iyi hallilerin eşi
    oldum.
    "Kotu halliler"den kasıt, Hak'dan ve hallerinin sonundan gafil olan
    nefsani ve cismani kimselerdir. "İyi halliler"den kasıt da, Hak'dan haberdar
    olan ve hallerinin sonunu idrak eden kimselerdir.
    İnsan-ı kamil, Hakk’ın butun sıfatlarını ve isimlerini toplamış olduğun-
    dan, butun gafil ve cahil ve haberdar olan beşer fertleri ile, onların fıtri
    isti'dadlarına gore ilişki kurup, onları hakimane bir uslub ile terbiye
    buyurur.
    Mubarek beyitte kotu hallilerin ilk olarak belirtilmesindeki incelik budur
    ki “İnnel insane le fi husrin * İllellezine amenu ve amilus salihati” (Asr,
    103/2,3) yani "İnsan cinsi elbette ziyan ve husran icindedir. Ancak iman
    edenler ve iyi amel yapanlar istisnadır" ayet-i kerimesi gereğince, bu
    cismaniyyet alemine gelen her bir insan, once gaflete ve nefsaniyyete donuk
    olur ve bu şekilde husran ve ziyan icinde bulunur. Sonra ezeli hidayet
    sahibi olanlar, Peygamber'in ve onun varisleri olan kamillerin davetlerini ve
    nasihatlarını kabul edip iyi haller oluşturarak, bu husranda bulunan
    zumreden ayrılırlar.
    İnsan-ı kamil boyle birbirlerine zıd duygulu olan kimselerin meclisinde
    soz soylediği gibi, ney de, saz olması itibarıyla hem yoldan sapmışların ve
    hem de Hak aşıklarının meclisinde soyleyici olur; ve nağmeleriyle her iki
    tarafın duygularını şiddetlendirir. Ve aynı şekilde insan-ı kamil de Hakk'a
    davet ettikce, ezeli şekavet sahiplerinin inkarları şiddetlenir ve ezeli hidayet
    sahiplerinin Hakk'a olan aşk ve iştiyakları kuvvet bulur. Hz. Pir, Fihi Ma
    Fih’lerinin 9.bolumunde bu ma’na hakkında şoyle buyururlar:
    "Hak Teala nebileri ve evliyayı, buyuk ve berrak sular gibi irsal etti ve
    gecerli kıldı. Kucuk ve boyalı bulanık sular, onların icine akıp dahil olunca,
    kendi bulanıklıklarından ve gecici olan renklerden kurtulurlar. Bundan
    dolayı kendisini safi gorunce "Ben evvelce de boyle saf idim" diye evvelki
    halini hatırlar; ve o bulanıklıkların ve renklerin gecici olduğunu yakinen
    bilir ve bu geciciliklerden evvelki hali hatırlayıp: “hazellezi ruzıkna min
    kablu” (Bakara, 2/25) yani "Bu evvelce rızıklandığımız şeydir" ayet-i
    kerimesini okur. Şimdi nebiler ve evliya, ona evvelki hali hatırlatıcı olurlar;
    yoksa onun cevherine yeni bir şey koymazlar. Şimdi...O bulanık sulardan
    bazıları, o safi olan buyuk suyu tanıdı, "Ben ondanım, o bendendir" diye
    karıştı; ve bazıları bu buyuk ve safi suyu tanımadı ve onu, kendinin ve
    cinsinin gayrı gorup, deryaya karışmamak ve bu karışmadan uzaklaşmak
    icin, renklere ve bulanıklıklara iltica etti,, diyerek devam ediyor…..."

    YanıtlaSil
  6. 6. Her bir kimse, kendi zannı yonunden benim yarim oldu. Benim
    batınımdan sırlarımı istemedi.
    İnsan-ı kamilin batınının sırlarını muşahede etmek, ancak ruh gozuyle
    mumkundur. ruh gozunun acılması ise, bir insan-ı kamilin terbiyesi
    altında, insan-ı kamil oluncaya kadar, şiddetli mucahedeler ve riyazat ile
    meşgul olmaya bağlıdır. Oysa herkesin buna tahammulu olmadığı icin,
    sozden ve amelden, kemalin oluşmasını isterler. Ve insan-ı kamili dinleyen
    her bir şair ve her bir zahir alimi ve her bir sufi, o insan-ı kamilin sozlerine
    bakıp, onu da kendi cinsinden ve kendi sınıfından bir şair ve bir alim ve bir
    sufi zanneder. Nitekim Hz. Pir Fihi Ma Fih’lerinin 27.bolumunde şoyle
    buyururlar:
    "Şeyhu'l-İslam Tirmizi der idi ki, Seyyid Burhaneddin, hakikate ilişkin
    sozleri guzel soyluyor; cunku şeyhlerin kitaplarını ve onların makalelerini
    ve sırlarını mutalaa etmiştir. Birisi dedi ki: Sonucta sen de mutalaa
    ediyorsun, nicin onun gibi soz soyleyemiyorsun? Ona cevaben dedi: Onun
    bir derdi ve mucahedesi ve ameli vardir. O kimse de: O halde nicin onu
    soylemiyor ve yad etmiyorsun da, yalnız mutalaadan bahsediyorsun; asıl
    olan odur; biz onu soyluyoruz, sen de ondan bahset!"
    Yani "Mubarek cismi "ney"e benzeyen Hz. Mevlana buyurur ki: Benim ile
    sohbet eden her bir kimse, sozlerime ve gorunuşume bakıp, beni de kendi
    yari ve kendi cinsi zannetti. Cunku o kimse, nefsinin hazlarından gecip mu-
    cahedeler ve riyazat sayesinde, ruh gozunun acılmasını ve bu goz ile benim
    batınımın sırlarını gormek istemedi."

    YanıtlaSil
  7. 7. Benim sırrım figanımdan uzak değildir; fakat gozun ve kulağın o nuru
    yoktur.
    "Sır"dan kastın, Hz. Mevlana’nın latif ruhu olması uygundur. "Figan"dan
    kasıt, ilahi sırlara ve rabbani hakikatlere dair olan sozlerdir. "Goz"den ve
    "kulak"tan kasıt, madde bedenin his gozu ve kulağıdır.
    Yani "Benim ilahi halife olan sırrım ve ruhum, benim sozlerimden uzak
    değildir; o sozler ruhumun sesleridir ve ruhum, o sozlerde ortuludur; fakat
    madde bedenin his gozunde, benim batınımı gorecek ve ruhumun seslerini
    işitecek derecede nur ve kuvvet yoktur." Hz. Pir, bu ma’naya işaretle şoyle
    buyururlar:
    "Bu nefesden cihana bircok ateş parlar; benim fani olan sozlerimden
    ne cok bakilik kaynar. Benim zahir olan sozlerim bedenin his kulaklarına
    erişir; fakat cana mensub olan naralarım, hicbir kimseye erişmez."
    Bilinsin ki, insan-ı kamilin ruhu Hakk’ın halifesidir; cunku insani ruh ile
    Hak arasında tarife sığmayan bir bağlılık vardır. Mesnevi:
    "İnsanların Rabb'inin insanların canına, kuralsız ve kıyassız bir
    bağlantısı vardır."
    Noksan insan bu bağlantıyı, nefsin sıfatlarını perde yaparak keser. İnsan-ı
    kamil ise nefsinin sıfatlarından ve benliğinden fani olarak, ruhaniyyet
    mertebesinde sabit olduğundan, ruhunun Hakk'a olan bu bağlantısı
    sebebiyle, Hak'dan aldığı sırları ve ma’naları zahir lisanı ile halka soyler.
    Halk onun zahirine bakıp, bu sozlerin, o insan-ı kamilin suretinden cıktığını
    zannederler. Nitekim Fihi Ma Fih’in 10. bolumunde bu ma’naya işaret
    olarak şoyle buyrulur:
    "Peygamberimiz (aleyhi's-salatu ve's-selam) Efendimiz mest oldukları
    zaman, kendinden gecmiş halde soz soylerler idi. "Allah Teala buyurdu"
    derler ve sonucta, suret olarak onun dili soyler idi. Ancak arada kendileri
    olmayıp hakikatte soyleyen Hak idi,…...."
    İşte Mesnevi-i Şerif ile Hz. Pir'in sozleri de bu turdendir.

    YanıtlaSil
  8. 8. Ten candan, can da tenden ortulmuş değildir; fakat bir kimseye, canı
    gormeye izin yoktur.
    Bu beyit, "Sırrın sozden uzak olmaması nasıl olur; cunku sır ve batın
    latifdir ve sozler ve ses ise kesifdir" sorusuna cevaptır. Yani, kesif olan
    cisim, latif olan ruhtan ve latif olan ruh dahi kesif olan cisimden ortulmuş
    değildir; fakat o latif olan ruhun zatını ve cevherini his gozuyle gormek icin
    bir kimseye izin verilmemistir. Cunku ruh sıfat aleminden ve emir ve iş
    aleminden olduğundan, soyut oluşu halinde kendisinden bir fiil cıkmaz; fiil
    cıkması icin, halk aleminden bir kesif alet ve cisim lazımdır.
    Bilinsin ki, ruh hakkında zahir ve batın alimlerinin bircok sozleri var-
    dır.Fakat Mesnevi-i Şerif’den ve Hz. Şeyh-i Ekber'in yuksek eserlerinden ve
    Aziz Nesefi hazretlerinin risalelerinden anlaşılan ozet ma’na şudur: Ruh,
    Hakk’ın "Hayat" sıfatının, yine Hakk’ın hakiki vucudunun her mertebeye
    tenezzulunde, her bir şeyin isti'dadına gore zuhurundan ibarettir.
    Madenlerde "madeni ruh”, bitkilerde "bitkisel ruh", hayvanlarda "hayvani
    ruh" ve insanda "insani ruh" olur. Bu zuhur madenlerde gizli, bitkilerde
    hissedilebilir, hayvanda acık ve insanda daha cıktır. Bundan dolayı ruhdan
    haric hicbir şey yoktur; fakat insan, eşya arasında cismiyyette mukemmel-
    dir; ve bu mukemmel hal gelinceye kadar bircok mertebelerden ve
    tabakalardan gecerek, hepsinin hukmunu yuklenmiştir. Bundan dolayı
    insanın cisminde madeni ruh, bitkisel ruh, hayvani ruh ve insani ruh
    mevcuttur. Tabiat alemine dalıp orada kalmış olan "biyoloji" alimlerinin
    incelemeleri, hayvani ruh dairesine kadar cıkabilir. Buradan ilerisi onlara
    kapalıdır. Onlara gore ruh, cismin haricinde kaim olabilir bir şey değildir.
    Hakikat ehline gore ise, mademki ruh hakiki vucudun Hayat sıfatının
    eşyaya yansıması ve eşyada zuhurudur, ruha yansıma yeri olan cismin
    vucudu fani olsa bile, guneşin ışığı gibi o yansıma, yansıma yerine
    aksetmeksizin kaim olabilir. Burada ruhun baki oluşu meselesi karşımıza
    cıkar ki, şimdilik burada bahsimizin dışındadır. İleride, beyitlerin şerhinde
    pek cok acıklamalar gelecektir.
    Şimdi hayvani ruh, her bir cismin bunyesine gore ayrı ayrıdır ve arala-
    rında ayrılık vardır; fakat insani ruh ki, ancak hayvani ruh mertebesinden
    yukselen insan-ı kamillere ozeldir, bu ruh birdir, bunlar arasında birliktelik
    vardır. Mesnevi:
    "Ayrılık hayvani ruhta olur. İnsani ruh bir nefs olur. Canların guneşi,
    beden pencerelerinin icinde farklı farklı oldu."
    Şimdi Hayat sıfatı Hakk’ın hakiki vucudunun bir işidir ve işi tarif etmek
    mumkun değildir; ancak bir cisimde acığa cıktığı zaman his gozuyle
    gorulur. Orneğin insanın gulmesi ve ağlaması, birer iştir. Bu iki hal,
    bedeninden acığa cıkmadıkca bilinmez. Bunun icin Kur’an-ı Kerim'de ruh
    hakkında “kulir ruhu min emri rabbi” (İsra, 17/85) yani "Ey Resulum de ki,
    ruh Rabb'imin emrinden ve işindendir." Bundan dolayı bir kimsenin
    ruhunun mertebesi, ilim ve ma'rifete ait sozlerinden ve ahlakından ve
    fiillerinden belli olur. Cunku hayvani ruh mertebesinde olan insanların
    ahlakı ve fiilleri, hayvanların ahlak ve fiillerine uygundur. Hayvanlar
    arasında, nasıl nefislerinin hazzından dolayı savaş ve cekişme ve kavga
    olur ise, bunlar da o hal icinde olurlar.
    Bu on bilgi anlaşıldıktan sonra, mubarek beytin ozet ma’nası şoyle olur:
    "Cismin bir iş olan cana ve canın cisme, tarife sığmayan bir bağlantısı
    vardır; birbirinden ortulmuş değildirler; fakat ruhun zatını ve cevherini his
    gozuyle gormek icin, hicbir kimseye izin verilmemiştir.

    YanıtlaSil
  9. 9. Bu neyin sesi ateştir ve heva değildir. Her kimde bu ateş yok ise, yok
    olsun.
    "Ateş"ten kasıt, ilahi aşk ateşidir; ve bu mubarek beyit, yukarıdaki dort
    numaralı beyitle ilişkilidir. Yani, kendi aslından uzak duşen her bir kimse,
    ilk kavuşma zamanını ister; cunku kendi aslının aşıkıdır; ve bu aşk insan-ı
    kamilde gayet şiddetle acığa cıktığından, onun sozleri de baştan başa bu
    şiddetli aşkın ateşidir. Ve halka kendisini alim gosterip hurmetlerini
    kazanmak icin kitaplardan ezberlenip nefsin hevasından cıkmış olan sozler
    değildir, ilahi ilham ve vahiydir. Onun bu ilhami olan sozleri, kalbinde
    kendi aslına ulaşma aşkı olan kimseleri vecde getirir. Fakat bu aşkdan boş
    ve kendi benliğine gonulmuş olan kimselere bu ateşin etkisi olmaz. Bundan
    dolayı her kimde aslına ulaşma aşkının ateşi yok ise, o kimse ilk olarak
    kendi vehmi olan varlığından yok olsun ve kendisinin akli ve bakış
    acısından ibaret olan bilgilerinden fani olsun.
    Ankaravi hazretleri beytin orjinalinde gecen "nist bad" yani "yok olsun"
    sozu icin beddua değildir buyurur. İşin aslında insan-ı kamil, ilahi
    mahluklardan hicbirisine beddua etmez; cunku ilahi ve Muhammedi ahlak
    ile ahlaklanmıştır. Nitekim Uhud savaşında muşrikler Resul-i Ekrem
    hazretlerinin mubarek yanaklarını yaralayıp dişlerini kırdılar. O Server-i
    alem, bir taraftan akan kanları siler, bir taraftan da "Ya Rab! kavmime
    hidayet et; cunku bilmiyorlar" buyurur idi ve beddua etmezdi. Ve bazen
    onlardan beddua tarzında gozuken sozler, hayırlı duadır.
    Nitekim Nuh (a.s.) kavmi hakkında “rabbi la tezer alel ardı minel
    kafirine deyyara” (Nuh, 71/26) yani "Ya Rab, yeryuzunde kafirlerden
    donup dolaşan bir kimse bırakma!" buyurdu. Hz. Şeyh-i Ekber, Fususu'l-
    Hikem'de Nuh Fassı'nda, bunun şu ma’nada hayır-dua olduğunu beyan
    buyurur:
    "Ya Rab! kafirler senin Zahir isminin hukumlerine gomulup daldılar ve
    gizli ve aşikar olarak davet ettigim halde, senin Batın isminin hukumlerine
    yaklaşmadılar. Sen onların cisimlerini Zahir isminden, Batın ismine naklet
    ki, ruhları bu şekilde kemal bulsun."
    İşte nebilerin ahlakı ile vasıflanmış olan Hz. Pir'in bu duası da beddua
    değildir; ancak bir tavsiyedir.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Beyinden geçen düşünceler bize mi ait?

Kendini BİL!