Mesnevi Yazı dizisi-9

 Padişahın, o Allah hekimini hastanın yanına götürmesi ve hekimin vaziyeti anlaması

Padişah, hastanın halini başından sonuna dek anlatıp sonra hekimi onun yanına götürdü.

Hekim, hastanın yüzünün rengine baktı. Nabzını saydı ve hastalığın sebep ve işaretlerine dikkat etti.

Dedi ki; 'Diğer hekimlerin tedavilerinden bir iyileşme yok, belki daha çok harab etmişler.'

'Onlar, gönül halinden haberdar olmamışlar. İftiralarından (bilir görünme davasından) Allah'a sığınırım.'

Pir, hastanın halini, hastalığın sebebini açıkça anladı. Fakat bunu padişahtan gizledi.

Safra ve sevda illeti bellidir. Odunun dumanı olunca bu, kokundan belli olur.

Onun vücudunda değil. gönlünde bir hastalık olduğunu anladı.

Gönül iniltisi, aşkın şahididir. Gönül hastalığından beter bir hastalık yoktur.

Aşk, bütün hastalıklardan ayrıdır. O, hak sırlarının usturlabı oldu.

Aşk, her iki taraftan da yücedir. Neticede o, aşıka rehber olur.

Aşkı, her ne şekilde açıklasam da, anlatsam da onu tarifte dil (insan) dilsiz kalır.

Gerçi dil, tefsire aşinadır. Lakin dilsiz aşk daha aydınlık (daha güzel) dir.

Kalem, gerçi herşeyi yazar ama, aşka gelince başı döner.

Aşkı anlatmak için akla izin yoktur, (akıl, aşkı anlatmada çamurda yatan eşek gibidir). Onu, yine aşk kendisi anlatır.

Güneşe delil, yine güneş oldu. Sana ondan başka aydınlık bir yol yoktur.

Gerçi gölge de onun nurundan bir delilse de can Tur'u o parlak güneşten görülür.

Gölge de, masal gibi uyku getirici olur. Fakat güneş, ayın yarılmasını tefsir eder.

Bu söz,batan güneşin sırrı olur. Ebedi can güneşinin gurubu yoktur.

Gerçi gökteki güneş bir tanedir ama, onun benzerini tasvir etmek mümkündür.

Makbul olan can güneşi ki, onun bir benzeri tasavvur dahi edilemez.

Ruhu, canı tasavvura imkan var mı? Ta ki şekiller, şekliyle hallolabilsin.

Bahis, Tebrizli Şemseddin (dinin güneşi)'nin yüzüne gelince güneş, dördüncü göğü kendine makam edindi.

Şems'in adı, dilin süsü olunca onun nimetlerini, remizle de olsa anlatmak lazımdır.

Yusuf'un gömleğinin kokusu gibi bu an cana, hal zevkinin kokusu geldi.

Bunca yıllık sohbet hakkını hatırla da, devamlı olarak kavuşma gününün halini söyle.

Ta ki, yer ve gök gülsün. Akıl, ruh ve göz yüz kere daha fazla gülsün (sevinsin).

(Şemsi anlatmayı) bana teklif etme. Zira şimdi ben yokluktayım. Anlayışım azaldı, onu (layıkıyla) övemem.

Aklı başında olandan başkasının söylediği her söz, tekellüflü, aşırı zarif ve güzel de olsa doğru olmaz.

Ben sözü uzatsam doğru değildir. Zira dost ile dost olmayan ne anlar.

Bu hicranı, bu ayrılığı anlatmayı bir başka zamana bırakalım.

Dedi ki, 'Beni doyur zira açım. çabuk ol zaman keskin bir kılıçtır.'

Ey arkadaş, sofi zamanın çocuğu olmalıdır. 'Yarına' demek tarikat icabı dışındadır.

Hakiki sofi ince görüşlüdür. Veresiyeden varlık üzre yokluk arız olur.

Dostun sırrını kapalı tutmak gerektir. Gerisini hikayeden (anlamak) uygun olur.

Güzellere ait sırların, sureta başkalarının sözünde gizlenmiş olması daha hoştur.

Sırları keşfe meyleden fodul kimse, sonunda kendi halinden üzüntü duyar.

Der ki, 'Sevgiliye gömleksiz kavuşmak lazım. Böylece ağlayan can arzuya doysun.'

Ben dedim ki. 'Canan eğer üryan olursa vücudun, kucağın baştan başa mahvolur.'

Arzu edilen şey ölçüyü aşmasın. Zira bir smana çöpünün dağa gücü yetmez.

Güneşin nuru alemi aydınlatır. O biraz daha yakın olsaydı halkı kebap gibi yakardı.

Ey gönül, sözü bu kadar uzatma, Şems-i Tebrizi'den bahsetmen kafidir.

Onu anlatmanın hududu ve sonu yok. Sen eski hikayeden söz aç.




Yorumlar

  1. Padişahın o tabibi, onun halini gormek icin,
    hastanın başı ucuna goturmesi.
    102. Hastanın ve hastalığın hikayesini okudu; ondan sonra onu hastanın
    onune oturttu.
    Ya’ni salik insan-ı kamile, hakikat ilminde cehalet hastalığına tutulmuş
    olan cuz'i aklının ve cehaletinin derecesini anlattı. Ondan sonra o kamili bu
    aklının onune oturttu ve aklına rehber yaptı..
    103. Yuzunun rengini ve nabzını ve karureyi gordu; onun hem belirtilerini,
    hem sebeplerini dinledi.
    "Nabız" damarın hareketi, "Karure" sırca ve şişe demek olup, burada
    icine hastanın idrarı konulan şişe ma’nasınadır. Arabidir; Farisisine "pişyar"
    derler.
    "Yuzun rengi"nden kasıt, salikin cuz'i aklının mertebesidir. Cunku ruhun
    yukselmesi akıl vasıtasıyla olur. Bundan evvelki mubarek kırmızı beyitler-
    de Hz. Pir, edepten bahis buyurdular; ve edep, aklın icabıdır. Bundan
    dolayı salikin edebinden aklının mertebesi ve aklının mertebesinden de
    seyr-i sulukta ilerlemesi ve isti'dadı anlaşılır. Cunku Hak yoluna suluk ve
    Hakk'a ulaşmak, her mertebedeki aklın karı değildir. Nitekim 5. cildin 460,
    461, 462 numaralı beyitlerinde şoyle buyrulur:
    Mesnevi-i Şerif – 1.Cilt 1.Kitap Mevlana Celaleddin Rumi
    53
    "Akılların mertebelerde, yerden goğe kadar olan bir farklılığını iyi bil!
    Bir akıl vardır ki, guneş yuvarlağı gibidir; bir akıl vardır ki, Zuhre ve
    şihab yıldızlarından daha aşağıdır. Bir akıl vardır ki, sarhoş kandili
    gibidir; bir akıl vardır ki, ateş kıvılcımı gibidir."
    "Nabız"dan kasıt, salikin idrakindeki intikal ve kıvraklık sur’atinin
    derecesidir. "Karure"den kasıt, salikin zahiri sozleridir ki, onda hasta olan
    aklının cıkardığı sağlıklı olmayan ma’nalar mevcuttur.
    Ya’ni, ilahi hekim cuz'i aklının mertebesini ve idrakinin kıvraklığını ve
    derecesini, zahiri sozlerine bakıp gordu; ve bu cehalet hastalığından
    kendisine bulaşmış olan belirtileri, sıkıntıları ve sebeblerini o salikden
    dinledi.
    104. Dedi: Her ilac ki, onlar yapmışlardır, o iyileştirmek değildir, harap
    etmişlerdir.
    İlahi hekim, işi anladıktan sonra dedi ki: O zahiri ilimlerin doktorları,
    bundan, bu cehalet hastalığını gidermek icin her ne oğretmiş ve kendi
    bilgileri cercevesinde her ne ilac yapmış iseler, o bu aklı aydınlatmak ve
    iyileştirmek olmamıştır; belki busbutun harap etmek olmuştur.
    105. İcin hallerinden habersiz idiler; iftira ettikleri şeyden Allah'a
    sığınırım.
    O alimler ve doktorlar akılların mertebelerinin hallerinden ve
    isti'dadlarından habersiz olduklarından, onun hastalığını gidermek icin
    yaptıkları ilaclar, aksine te'sir etti; cunku her birisi onu bir ilme dayalı
    zannedip iftira ettiler.Ben onların iftira ettikleri şeyden Allah'a sığınırım.
    106. Hastalığı gordu ve ona gizli acılım oldu; fakat gizledi, sultana
    soylemedi.
    Ya’ni o insan-ı kamil, cuz'i aklın hastalığını gordu ve onun gizli olan
    mertebesi ve isti'dadı ona acıldı; fakat bu acılımı sakladı ve salike, yani
    salikin vucudunda sultan olan ruhuna soylemedi.

    YanıtlaSil
  2. 107. Onun hastalığı safradan ve sevdadan değil idi; her odunun kokusu
    dumanından belli olur.
    Eski tıbba gore insanın vucudunda dort ceşit karışım vardır ki, bunlar
    kan, balgam, safra ve sevdadır. Bunlardan birisi normal derecesinden fazla
    olursa, hastalık ortaya cıkar. "Safra”, bu dort karışımdan odde toplanan
    sıvıdır. "Sevda" yine dort karışımdan dalakta toplanan bir maddedir.
    "Safra" fazlalığının ba'zı belirtileri şunlardır: Yuzun rengi ve gozler sararır,
    ağız acılaşır, dil kurur, başta cıbanlar cıkar, serin havadan hoşlanır, cok
    susar. "Sevda" fazlalığının ba'zı belirtileri de şunlardır: Gozde ve cisimde
    kuruluk ve uykusuzluk olur. Kanın rengi kara ve yoğun olur. Tabiatta
    vesvese ve cok duşunce ve gam gorulur.
    Yeni tıpta "safra" kabul edilmiş ve ilacları yapılmıştır; fakat sevda hak-
    kında bir bilgi yoktur. Cunku yeni tıbba gore dalak, alyuvarların mezarıdır.
    Acaba dalakta bu olu alyuvarlar fazla toplanırsa, sonucu ne olur? Bu yon
    doktorların inceleyeceği bir şeydir.
    Burada safra ve sevdadan kastın, baş dondurucu ve asabiyete sebep olan
    ispatsal ve akli ilimler olması uygun olur.
    Ya’ni, bu cuz'i aklın hastalığı ispatsal ve akli ilimlerden değildir; bunda
    başka bir hastalık vardır ki, yanıp tutuşuyor. Cunku her odunun kokusu
    yanmakla hemen belli olur.
    108. Onun ağlamasından veya zaafından bildi ki, o gonlun inlemesidir.
    Cisim iyidir ve o gonul esiridir.
    Beytin orjinalinde gecen "Zayri" de "ya" mastar oluş icindir. "Zar" ağlama
    ve huzun ile yanık yanık ağlama, aciz ve gam demektir. "Nizar" kelimesi-
    nin hafifletilmişi olarak zayıf ma’nasına da gelir. "Giriftar" esir demek olup,
    "Giriftar-ı dil" gonul esiri ma’nasınadır ve aşıktan kinayedir.
    Ya’ni insan-ı kamil, aklın ıztırabından ve aczinden ve gamından bildi ki,
    onun inlemesi ve ıztırabı, onun batını olan kader sırrının ve hakikatinin
    gereğindendir. Bunyesi, yani akıl durumu ve idraki iyidir; ve fakat kendi
    hakikati gereğince, nefsin ve benliğinin esiri ve aşıkıdır. Onun icin insanın
    vucudunda şah olan ruha değil, nefse meyleder; ve nefsin bakışı ise
    cokluklar alemine olduğundan, aklı da o aleme surukleyip goturur.
    109. Aşıklık, gonul inlemesinden belli olur. Gonul hastalığı gibi bir hastalık
    yoktur.
    110. Aşığın hastalığı, hastalıklardan ayrıdır. Aşk Hakk'ın sırlarının
    usturlabıdır.
    "Usturlab" ve "usturlab" bir dairenin dortte biri
    şeklinde bir alettir ki, bununla astronomi bilginleri guneşin yuksekliğini ve
    alcaklığını anlarlar. Bu kelime Yunancadır; terazi ma’nasına olan "ustur" ile,
    guneş ma’nasına olan "lab"dan oluşmuştur; guneş terazisi demek olur.
    Ya’ni cisimde zaaf ve ıztırab eserleri oluşturduğu icin, doktorlar aşıgı,
    cisim hastası zannedip turlu turlu ilaclar verirler; fakat hicbirinin faydası
    olmaz. Bundan dolayı aşığın hastalığı, başka hastalıklara benzemez. Aşk
    oyle bir şeydir ki, onunla Hakk’ın sırlarının kokusu duyulur. Şu halde
    usturlab ile guneşin halleri bilindigi gibi, aşk ile de Hakk’ın sırları bilinir.
    Nitekim 10 numaralı beyitte aşka dair ba'zı izahlar gecti.
    (alıntıdır)

    YanıtlaSil
  3. 111. Aşıklık gerek bu taraftan ve gerek o taraftan olsun, sonucta bizim icin o
    tarafa rehberdir.
    Beytin orjinalinde gecen "Ser" baş ma’nasına geldiği gibi, diğer ma’naları
    da vardır. Burada baş ve taraf ma’naları uygundur.
    Aşk, tek bir hakikatten ibaret olup kainatı ihata etmiştir. Parcalara
    ayrılamaz ve kısımlara taksim olunamaz. Fakat bu bir olan hakikat,
    muhtelif mertebelere gore, muhtelif tavırlarda acığa cıkar. Ruhlarda acığa
    cıkışı başka, madenlerde ve bitkilerde ve hayvanda acığa cıkışı başka ve
    insanda acığa cıkışı ise bambaşkadır. İnsan latif ve kesifi ve suret ve
    ma’nayı ve butun mertebeleri toplayıcı olduğu icin, onda aşk tavırlarının
    hepsi tecelli edicidir. Fakat aşkın kemali, suretsiz olan mutlak olan Zat
    hakkındaki aşktır; ve bu aşk, sıfatlardan ve isimlerden Zat'a gecerek olup,
    asla sukun bulmaz. Bu aşkın alt derecesi mutlak olan Zat’ın isimlerinin ve
    sıfatlarının gorunme yerleri olan, alemin guzel suretlerine alakalı olan
    aşktır. Bu alaka da iki sebeple ortaya cıkar; birisi siret guzelliği, diğeri suret
    guzelliğidir. Guzel sirete olan aşk, siret sahibinin fenasına ya’ni yok
    olmasına kadar devam eder. Guzel surete olan iffetli aşk ise, goruşmelerin
    sıklığıyla soner. Bu anlatılan aşk tavırları, ancak insana mahsustur,
    Mesnevi-i Şerif – 1.Cilt 1.Kitap Mevlana Celaleddin Rumi
    56
    hayvanlarda bulunmaz. Nefsani şehvetler sebebiyle bir surete olan
    cezbelenme ve aşk ise, hayvani aşktır; ve bu aşk, insan ile hayvan arasında
    ortaktır. Mevlana Celaleddin (k.s.) buyurur: Rubai:
    "Eğer aşk Adem neslinin kemali olmasa idi, aşkın şan ve şohreti
    cihanda noksan olurdu. Ve eğer aşk nefsin şehvetinden ibaret olsa idi;
    eşek ve okuz, aşıklar defterinin başında olurdu."
    Suretten munezzeh olan aleme aşık olmak hakkında Hz. Pir efendimiz
    Fihi Ma Fih’lerinin on birinci bolumunde şoyle buyururlar:
    "Birtakım kimselerin, "Niteliksiz ve keyfiyyetsiz olan ve mahal ve mekanı
    ve sureti bulunmayan eşsiz alem ile aşık evliyalar nasıl aşk-bazlık ederler ve
    ondan nasıl yardım ve kuvvet alırlar ve etkilenirler?" demelerine şaşarım.
    Sonucta, gece ve gunduz, kendileri de bu hal icindedir. Bunu soyleyen kimse
    bir şahsa muhabbet eder ve ondan yardım alır. Sonucta bu yardımı onun
    lutuf ve ihsanından ve ilim ve zikrinden ve onun sevincinden ve gamından
    alır. Oysa bunların hepsi alemde mekansızdır; ve o şahıs an-be-an bu
    manalardan yardım alır ve etkilenir de kendisine acaip gelmez. Boyle iken
    “Mekansız aleme nasıl aşık oluyorlar ve ondan nasıl yardım umuyorlar ve
    onunla nasıl aşk-bazlık ediyorlar?" diye şaşırırlar, diyerek devam ediyor..."
    Şimdi, bu beyt-i şerifte aşkın insana mahsus olan tavırlarına işaret buy-
    rulmuş ve nefsani şehvet ile olan hayvani aşk haric bırakılmıştır. Cunku
    aşkın bu turu, insanı ulvi aleme değil, sufli aleme ceker ve hayvani
    şehvetlerden soyutlanmış olarak insanda gozuken guzelliğe olan aşkın,
    sonunda Hakk aşkına donuştuğunun evliya menkıbelerinde ornekleri
    coktur. Bu ma’nayı Hz. Pir Divan-i Kebir’lerinde şu beyitler ile beyan
    buyururlar:
    "Gazi, onda ta'lim ederek ustad olsun da, harpte kılıc kullanabilsin
    diye başlangıcta kendi oğlanının eline tahta kılıc verir. Bir aşk ki, insana
    olur, tahta kılıc o olur. Aşk belası sonuna geldiği zaman, o Rahman’ın
    aşkı ile olur. Nitekim Zuleyha'nın aşkı senelerce ilk olarak Yusuf
    uzerine geldi; onun aşkı, Hak aşkı oldu; Yusuf’a arkasını cevirdi."
    Bu on bilgi anlaşıldıktan sonra, beyt-i şerifin ozeti şoyle olur: "Aşk ister
    mecazi tarafından olsun, ister benzersizlik alemi tarafından olsun; yani
    Hakk’ın sıfatları ve isimleri tarafından olsun, sonucta bizim icin Rabb'in
    Zat'ına rehberdir."
    Mesnevi-i Şerif – 1.Cilt 1.Kitap Mevlana Celaleddin Rumi

    YanıtlaSil
  4. 112. Aşkın şerh ve beyanı icin her ne soylesem, ne zaman ki aşka gelirim,
    ondan utanırım.
    Ya’ni bir zevk ve vicdani bir hal olan aşkın zatını kendi nefsimde gordu-
    ğum zaman, bu vicdani zevkten evvel, aşkın ta'rifine dair soylediğim
    sozlerden utanırım; cunku bu soylediğim sozler ile aşk zevkini anlatama-
    mış olduğumu anlarım. Nitekim Hazret bir beyitlerinde şoyle buyururlar:
    Beyit:
    "Birisi, aşıklık nedir? diye sordu. Benim gibi ol ki, bilesin dedim."
    113. Gerci dilin tefsiri aşikar etme kılıcıdır; fakat dilsiz olan aşk daha acıktır.
    "Tefsir" gizli olan şeyi, meydana cıkarmak ve kelimenin ma’nasını
    beyan etmek demektir. Ya’ni dil ile aşkın hallerini beyan etmekle, gerci
    aşkın vasıfları ve halleri meydana cıkar; fakat dili olup soz soylemeyen
    aşkın zatı ve kendisi daha acıktır; ve kendi zatını kendisi gosterir.
    114. Ne zaman ki kalem yazmakta acele etti; aşka gelince kalem kendi
    kendine catladı.
    Ya’ni, aşkın halleri soz ile anlatılamadığı gibi, kalem ile de yazılamadı;
    kalem yazmaktan aciz kaldı.
    115. Akıl onun şerhinde eşek gibi camurda yattı. Aşkın ve aşıklığın şerhini,
    yine aşk soyledi.
    Beytin orjinalinde gecen "Har der-gil behuft" ya’ni, "eşek camurda yattı"
    ta'biri, aciz kalmaktan kinayedir. Ya’ni, soylemek ve yazmak aklın te'siri
    altındadır. Oysa akıl, aşkın şerh ve beyanında acizdir. Bundan dolayı vicdani
    bir zevkten ibaret olan aşkın ne olduğu, aşık olmadıkca anlaşılamaz. Aşkı ve
    aşıklığı ancak yine aşkın kendisi anlatabılir.
    116. Guneşin delili guneş geldi; eğer sana delil lazım ise, ondan yuz
    cevirme.
    Orneğin, karanlık bir mağarada sun'i ışık icinde buyumuş ve yaşamış bir
    adama, guneşin vucudu ve vasıfları hakkında ne kadar delil getirilip anlatıl-
    maya calışılsa, layıkıyla anlatmak mumkun olmaz. Ona guneşi gostermek
    lazımdır. Cunku guneşin zatı, zatına delildir. Eğer delil lazım ise, guneşin
    zatından yuz cevirme. Aşk da boyledir; aşkın delili, yine kendisidir. Ve aynı
    şekilde mutlak Zat da boyledir. Mutlak Zat’ın delili yine kendi zatıdır.
    117. Eğer golge ondan bir nişan verirse, guneş her an bir can nuru verir.
    Ya’ni, eğer golge guneşin varlığından bir alamet verir ve guneşin varlığına
    delil olur ise de, bu delil, delalet olanın ozelliğinden uzaktır. Cunku delil olan
    golgenin delalet ettiği guneş, her an bir hayat nuru ve hayat feyzi verir. Bunun
    gibi, golge mesabesinde olan cismani suretlerden kaynaklanan mecazi aşk da,
    gerci aşkın varlığından alamet verir ise de, guneş mesabesinde olan Hakk'ın
    Zat’ına olan aşk gibi değildir; cunku bu aşk ruha nur verir.
    (alıntıdır)

    YanıtlaSil
  5. 118. Golge sana gece masalı gibi uyku getirir; ne zaman ki guneş doğar, ay
    yarılır.
    Beytin orjinalinde gecen "Semer" zaman gecirmek icin gece soylenen ma-
    sallar ve hikayeler demektir. Ya’ni, golge mesabesinde olan cismani suretlerin
    aşkı, sana gaflet uykusu getirir; fakat bu mecazi aşk belası son dereceye gelip,
    hakiki aşka donuşerek, bu hakiki aşk guneşi doğunca, aya benzeyen o cismani
    suretler yarılır ve bakıştan kalkar. Cunku ay guneşten ışık aldığı gibi, bu
    cismani suretler de, Hakk’ın Zat’ının aşkı guneşinden ışıklanır; ve insani ruh
    dahi bu hakiki aşktan nur alır.
    119. Muhakkak cihanda guneş gibi bir garib yoktur. Can guneşi daimidir,
    onun dunku gunu yoktur.
    Bu kesafet alemi olan dunyada, can gunesi gibi bir garib yoktur; ele-
    mentler icinde hapis kalmıştır. Bu kesafet ve elementler alemi ve surette
    gorunen guneş fanidir; zamana, akşama ve sabaha tabi'dir. Fakat ruh
    guneşinin dunku gunu ve yarını ve zamanı yoktur, o daimidir.
    Birinci mısra'da "garib olan guneş"ten kastın, surette gorunen guneş
    olması da muhtemeldir; ve guneşin garibliği, onun vucudunun fert ve tek
    olmasıyladır. Nitekim aşağıdaki beyitte izah buyrulur.
    120. Gerci guneş haricte tektir; onun benzerini tasvir etmek dahi mumkundur.
    His gozuyle gorulen suretteki guneş, bizim sistemimiz icinde gerci ferttir
    ve tektir. Hatta onun benzerini tablolar uzerinde tasvir etmek ve resmini
    yapmak dahi mumkundur.

    YanıtlaSil
  6. 121. Esirden haric olan can guneşinin, zihinde ve haricte benzeri yoktur.
    "Esir" olculmesi ve daraltılması mumkun olmayan ve sonsuz olan uzayı
    dolduran ince bir akışkandır ki, tabiat alimleri, cuz'i akıllarıyla yaptıkları
    araştırmalarda, ancak bu esir teoremine kadar cıkabilirler. Nitekim
    bunlardan Ernst Haeckel bir konferansında şoyle diyor: "İlk onceleri
    sonsuz olan uzay icinde elastiki, daima değişken ve sayılması mumkun
    olmayan gizli, ya'ni gorunmez parcalardan oluşan, aynı cinsten olan ve
    kendi arasında maddenin atomları serpili olan esirden başka hicbir şey
    mevcut değil idi. Hatta belki bu atomlar da, yine esirin yoğunlaşmış
    titreşen parcalarından ibaret bulunuyorlar idi. Bir zaman oldu ki, bu ilkel
    atomlar belirli miktarda bir araya toplandılar ve bizim madde dediğimiz
    tabiatin ma'cununu teşkil ettiler.
    Kant'ın ve Laplace'ın "parlak bulut" teoremine gore, donmeye başlayan
    kurelerin hepsi bu ilkel ve titreşen buluttan, bu bahsettiğimiz ma'cundan
    ayrılmıştır. Bizim guneşimiz işte bu milyonlarca kurelerden biridir ki,
    merkezden dışarıya doğru atan bir kuvvetin ya’ni merkezkac kuvvetinin
    te'siri altında, kendisinden kopan gezegenleriyle birlikte guneş sisteminin
    teşkil eder..diye devam ediyor..."
    Bu tabiat alimlerine burada sorulacak şeyler vardır:
    Bu esir cevherini sonsuz uzaya dolduran kimdir?
    Ve aynı şekilde kendi arasında maddenin atomlarını serpen kimdir?
    Bu cevherin parcalarını titreşime ve harekete getiren kimdir?
    Cunku fizik bilimi kanununca bir cevherin harekete gelmesi icin elbette
    bir sebep ve bir hareket ettirici lazımdır; bu kimdir? Esirin titreşen parcaları
    sonsuz uzayın icinde tamamen yoğunlaşmıyor da, nicin uzayın şurasında,
    burasında muntazam sistemler oluşturacak şekilde yoğunlaşıyor ve
    olgunlaşma tam bir intizam altında bir silsile ta'kip ediyor. Bu akılsız ilkel
    atomlar nasıl belirli miktarda ve muntazam şekilde bir araya toplandılar?
    İşte tabiat alimleri bu sorulara cevap veremezler de, derler ki: “Bu soru-
    ların cevapları bizi ilgilendirmez.” Gariptir ki, kendilerinde mevcut olan
    idrak, tabiat alemlerindeki bilinmeyenleri bulmaya ve anlamaya ilgi
    gostermiş iken, onun ustunde olan bu bahsettiğimiz bilinmeyenlere, yine
    aynı idraklerinin kendilerini ilgilendirmemesinin hicbir anlamı yoktur.
    İşte bu beyt-i şerifte Hz. Mevlana, esirin ustunde ve hareket ettiricisi
    olan "kulli ruh"a işaret buyururlar. Ya'ni esirden haric ve onun ustunde
    olan can guneşinin, cuz'i akıl ile bilinmesi ve tasavvur edilmesi mumkun
    değildir. Cunku gerek zihinde ve hayal aleminde ve gerek kesafet ve
    maddiyyat aleminde o "kulli ruh"un benzeri yoktur.
    122. Onun zatının tasavvura sığması nerededir? Ta ki tasavvurda O'nun
    benzeri zahir olsun.
    Ya'ni, ayet-i kerimede:
    (İsra, 17/85)
    “kulir ruhu min emri rabbi”
    “Ey Resul'um de ki, ruh Rabb'imin emrindendir"
    buyrulmasına gore "kulli ruh" ilahi bir emr ve iştir. Bundan dolayı halk
    edilmişler ve kesaf aleminden olmadığı icin, zihinde ve hayalde sığacağı bir
    yer yoktur. Zihni ve hayali bir sureti olmayınca da, onun benzerini
    tasavvur etmek mumkun değildir.
    Beytin orjinalinde gecen "Gunc" guncayiş ve sığış demektir.
    (alıntıdır)

    YanıtlaSil
  7. 123. Ne zaman ki Şemseddin'in ruyunun sozu erişti, dorduncu goğun guneşi
    başını iceriye cekti.
    "Ruy" zat ve hakikat ma'nasınadır. Ya'ni, biz can guneşinden bahsetti-
    gimiz icin, ne zaman ki soz "şems ya’ni guneş" işaretiyle, Şemseddin Tebrizi
    hazretlerinin zatına ve hakikatine erişti, dunyamızdan i'tibaren dorduncu
    felekte "Merkur, Venus ve Mars ve Guneş" yorungesi etrafında donen
    suretteki guneş, başını iceriye cekti, ya'ni battı ve utandı. Cunku suretteki
    guneş cisimlerin hayvani ruhlarına hayat ve feyz verir. Şems-i Tebrizi
    hazretlerinin guneş gibi olan zatı ve hakikati ise insani ruha feyiz verir.
    Sipehsalar Menkıbeleri'nde beyan olunduğu uzere, Şems-i Tebrizi haz-
    retleri, Hz. Mevlana'nın murşidi değil, sohbet ashabındandır. Nitekim Hz. Pir
    acıkca buyururlar:
    "Hz. Şems benim hem pirim ve hem muridimdir; ve hem derdim ve
    hem ilacımdır; bu sozu acık soyledim ki, benim şemsim ya’ni guneşim ve
    efendimdir."
    Bundan dolayı Hz. Pir, Şems-i Tebrizi hazretlerinin sohbetinden istifade
    buyurdukları gibi, Şems-i Tebrizi hazretleri de, Hz. Mevlana'nın sohbetinden
    istifade edici olmuştur.
    124. Mademki onun adı geldi, onun ni'metlerinden bir remzi şerh etmek
    icab etti.
    125. Bu an can eteğimi cekti; Yusuf’un gomleğinin kokusunu bulmuştur.
    Beytin orjinalinde gecen "Nefes" dem ve an ma'nasınadır. "Can"dan kasıt,
    bu Mesnevi-i Şerif yuksek isimlerine ithaf olunan Husameddin Celebi
    hazretleridir."Yusuf”dan kasıt Şems-i Tebrizi hazretleridir. "Gomlek"ten kasıt,
    onların mubarek siretleri ve halleridir.
    Ya'ni Cenab-ı Husameddin, Hz. Şems'in sozunu işittigi anda, biraz burada
    dur diye eteğimi cekti. Cunku Ya'kub (a.s.), Yusuf (a.s.)ın gomleğinin
    kokusunu duyduğu gibi, o da Hz. Şems'in siretini ve hallerini hatırladı.
    126. Dedi ki: Senelerce olan sohbet hakkı icin, o guzel hallerden bir hali
    acık soyle.
    127. Ta ki, yer ve gok gulsun, akıl ve ruh ve goz yuzlerce kadar olsun.
    Yer ve gok, ya'ni zahirim ve batınım gulucu ve mutlu olsun; ve zahir ile
    batını birbirlerine bağlayan akıl ve ruh ve goz, ya'ni goruş, artıp yuz misli fazla
    olsun.
    128. Bana teklif etme; cunku ben fenadayım; benim anlayışlarım dondu,
    bundan dolayı ben medihleri sayamam.
    Sufi terimlerinde "fena’” kulun mulk ve melekut alemini hissetmemesidir
    ki, bu hal de, Bari'nin azametinde ve Hakk’ın muşahedesinde gark olmaktır.
    Ya'ni, bana Hz. Şems'in hallerinden ve sozlerinden bahsetmeyi teklif etme;
    cunku muhakkak ben Hakk’ın zatında faniyim ve yok olmuşum. Benim
    duşuncelerim ve anlayışlarım dondu; bundan dolayı bundan dolayı Hz.
    Şems'in medhini sayıp dokmeye kadir degilim.
    129. Her bir şey ki, onu ayıktan başkası soyledi, tekelluf etse, yahut tasalluf
    etse layık olmaz.
    "Tekelluf” normalden ve luzumundan fazla calışarak bir şey yapmak;
    "tasalluf” oğunmek ve kibirden dolayı kendi zarafet ve ruşt ve zekasını,
    hakikat mertebesinden fazla medh ve iddia etmek demektir.
    Ya'ni, ayık olmayan kimse, soylediği şeyi fazla gayretle soylemeye calışsa,
    veyahut halk tarafından methedilmek icin, kendi zekasını ve zerafetini,
    haddinden fazla gostermeye cabalasa layık olmaz; cunku ayık olmadığı icin
    sozlerinde tekellufe ve tasallufe kadir olamaz.
    (alıntıdır)

    YanıtlaSil
  8. 130. Ben yari olmayan o yarin şerhini nasıl soylerim ki, bir damarım ayık
    değildir.
    Ben yari ve eşi olmayan ve benim yarim ve eşim bulunan o Hz. Şems'in
    hallerinin ve sozlerinin şerhini nasıl soyleyebilirim ki, vucudumda bir
    damarım bile ayık değildir.
    131. Bu hicranın ve bu gam ve kederin şerhini, başka bir vakte kadar, şimdi
    bırak!
    Beytin orjinalinde gecen "Hun-ı ciğer" gam ve kederden kinayedir.
    (Bahar-ı Acem.) Ya'ni, bu Hz. Şems'in ayrılığının ve bu ayrılıktan doğan
    gam ve kederin şerhini, şimdi soyleyebilecek bir halde değilim; bunları
    başka bir vakte bırak!
    132. Dedi: Beni doyur; cunku muhakkak ben acım ve acele et ki vakit,
    keskin bir kılıctır.
    Celebi Husameddin hazretleri dedi ki: Benim ruhum ilahi hakikatlere ve
    bilgilere pek acıkmıştır; bundan dolayı Hz. Şems'in Hak bilgisinin ayn’ı
    olan halleriyle ve sozleriyle beni doyur; ve bunları soylemekte acele et;
    cunku vakit cabuk gecer ve omurleri keskin kılıc gibi kesip kısaltır; belki
    başka vakte yetişmek mumkun olmaz.
    133. Ey arkadaş! Sufi vaktin oğlu olur, Yarın demek yolun şartından
    değildir.
    Sufi hakkında hakikat ehlinin cok sozleri vardIr; ozeti budur ki: Sufi
    kalbini gayrıdan saklayan ve Hak'tan başka mevcut bilmeyen ve ilahi ahlak
    ile ahlaklanmış olan kimsedir. Sufi, ya makam sahibi olur veya hal sahibi
    olur. Makam sahibi, dinleyenlerin isti'dadlarını ve cevresinin hallerinin ve
    şartlarını gozeterek soz soyler. Hal sahibi ise, sozlerinde dinleyenin
    isti'dadı ve cevresinin halleri ve şartları ile ilgilenmez. Makam sahibine
    "vaktin babası" ve hal sahibine "vaktin oğlu" derler. Makam sahibi, hal
    sahibi olan sufilerden daha yuksektir.
    Bu beyitlerden anlaşılır ki, Hz.Pir, bu Mesnevi-i Şerif’in 1.cildini soyler-
    ken Celebi Husameddin hazretleri, hal sahibi ve vaktin oğlu imiş; Hz. Pir
    efendimiz ise, makam sahibi ve vaktin babası olduklarından, onların
    isti'dadlarını dikkate alarak, Hz. Şems'in ma’rifetlerini ve hakikatlerini
    "başka vakit" ta'biriyle, onların yukselmeleri zamanına ertelediler.
    Ya'ni Husameddin Celebi hazretleri, kendi mertebelerinden Hz. Pir'e
    hitaben dedi ki: Ey arkadaş! Sufi vaktin oğlu olur; bundan dolayı halin
    icabına tabi' bulunur; yarın demek ve Hz. Şems'in hallerinin şerhini başka
    vakte bırakmak sufinin yolu değildir.

    YanıtlaSil
  9. 134. Sen ise, acaba sufi biri değil misin? Elde var olana, veresiyeden yokluk
    gelir.
    Beytin orjinalinde gecen "Nusye" veresiye demektir. Ya'ni, ey sufilerin
    imamı olan muhterem pirim! Acaba sen sufi degil misin? Bu sozleri başka
    vakte bırakıyorsun. Oysa bir kimse, elinde mevcut olan malı veresiye
    verecek olursa ve bedelini almayı ertelerse, o elindeki mal yok olur ve eline
    de bir şey girmez.
    135. Ona dedim: Yarin sırrının ortulmuş olması daha hoştur; sen ancak
    hikayenin zımnına kulak tut!
    "Zımn" bir şeyin ici ve batını ma'nasınadır. Ya'ni makam sahibi olup,
    dinleyenin isti'dadını ve cevrenin hallerini ve şartlarını dikkate alan Hz. Pir
    buyururlar ki: Ben Husameddin Celebi hazretlerine cevaben dedim: Yarin
    sırrının acıkca soylenmeyip, ortulmuş olması daha iyidir. Sen hikayenin ic
    yuzune ruhunun kulağını tut ve bizim hikayelerimizdeki sozlerimizin
    altında kapalı olan ince nukteleri keşfetmeye calış.
    136. O, daha hoş olur ki, dilberlerin sırrı, başkalarının sozu icinde
    soylenmiş
    olsun.
    Hakk’ın dilberleri olan insan-ı kamillerin sırrını bu Mesnevi-i Şerif’te,
    birtakım hikayelerle altında anlatmak ve ehillerine bu şekilde acmak daha
    iyi bir usul olur. Cunku akılların ve idraklerin mertebeleri bir değildir.
    Yanlış anlayanlar fitneye ve dalalete duşerler. Zahir ehli varsın bizim
    hikayelerimizin zahirlerinde saplanıp kalsınlar; ve idrak ve isti'dad ehli ise
    onların batınlarına gecebilsinler.
    Hz. Mevlana nicin bu hakikatleri acıkca soylemedi de, boyle birtakım
    hikayeler ve ince nukteler altında sakladı diyenler zamanımızda da vardır.
    Bu ve aşağıda gelecek olan beyitler onların cevabıdır.
    137. Dedi: Ey faziletler sahibi, beni reddetme; acık ve cıplak ve saklayıp
    esirgemeksizin soyle!
    Beytin orjinalinde gecen "Gulul" hıyanet etmek, demektir. Burada esirge-
    yip, saklamaktan kinayedir.
    Ya'ni Celebi Husameddin hazretleri dedi: Ey faziletler sahibi olan pirim!
    Benim arzumu ve niyazımı reddetme; o hakikatleri ve bilgileri acık ve kısa,
    elbiselerinden soyunmuş olarak ve saklayıp esirgemeksizin, olduğu gibi
    soyle!
    138. Perdeyi kaldır ve cıplak soyle; cunku ben dilber ile, gomleğiyle beraber
    yatmam.
    Beytin orjinalinde gecen "Sanem" put demektir; burada ma'şuktan ve
    dilberden kinayedir. Ya'ni, hikayelerdeki ince nukte perdelerini kaldır ve o
    ilahi hakikatleri ve bilgileri hikaye elbiselerinden soyunmuş olarak soyle!
    Cunku o ilahi bilgiler benim dilberim ve ma'şukumdur; ben ise ma'şukum
    ve dilberim ile gomleği ve elbisesi ile yatmam. Şem'i’den beyit:
    Cennet elbisesi olursa yırtayım cekeyim
    Vuslat anında bana perde olur gomleğim.
    139. Dedim: Eğer o zahir de uryan olursa, ne sen kalırsın, ne kenarın, ne
    ortan kalır.
    Ya'ni Şems-i Tebrizi hazretleri, mutlak birlik sırrına nail olmuştur; eğer
    bu sır hikaye elbiselerinden soyunmuş olarak, apacık bir şekilde gozukurse,
    bakışında senin senliğin kalmaz; ve senin kenarın ve etrafın olan taayyun-
    ler alemi de ortadan kalkar ve senin ruhun ile cisminin arasında bağlayıcı
    olan aklın da gider.
    (alıntıdır)

    YanıtlaSil
  10. 140. İsteyeceğini iste; fakat olcuyu de iste! Bir saman copu dağa takat
    getiremez.
    Ya'ni, isteyeceğin şeyi, olcu ile iste ve isti'dadına uygun olan miktarda
    iste! Cunku bir saman copu gibi zayıf olan bir isti'dad, dağ gibi olan
    vahdet-i vucud ya’ni vucudun birliği sırrına tahammul edemez. Cunku
    Hak Teala hakimdir; herşeyi layık olduğu mahalle koyar ve her hak
    sahibine hakkını verir. Bu beyt-i şerifte, Rahman suresinde olan:
    (Rahman, 55/8)
    “Ella tatgav fil mizan”
    "Mizanda haddi aşmayınız"
    emrine işaret buyrulur.
    141. Bir guneş ki ondan bu alem aydınlandı, eğer biraz artarak gelse, hep
    yandı.
    Orneğin guneş, uzaklık perdesi sebebiyle alemi nurlandırmakla beraber
    yakıp mahvetmez. Guneş gibi olan ahad Zat dahi, taayyun perdeleri sebe-
    biyle izafi vucutlar alemini nurlandırır. Eğer bu taayyun suretleri perdesi
    kalkarsa, izafi vucutlar alemi mahvolur; o zaman sen de kalmazsın.
    Suretteli guneş nasıl ki biraz daha yaklaştığı zaman cihanı yakıp mahve-
    derse, hakikat guneşi de, perde arkasından cıkıp gozukurse, O'nun kendi
    varlığından başka hicbir varlık kalmaz.
    142. Fitne ve kavga ve kan dokuculuk isteme; bundan fazlasını Şems-i
    Tebrizi'den soyleme!
    Birlik sırrını apacık soylemek, halk arasında dalalet fitnesine ve zahir
    alimleri ile hakikat ehli arasında kavgaya ve mucadeleye ve hatta kan
    dokuculuğe sebep olur. Nitekim Hallac-ı Mansur hazretleri bu sırrı
    keşfedince, bu halk onun kanını doktuler;ve Muhyiddin Arabi (k.s.)
    hazretleri Fususu'l-Hikem‘lerini sadık bir ru’yada aldığı Peygamberimizin
    emri uzerine, bu vahdet-i vucud sırrını apacık soylediği icin, zahir alimleri
    kafirliğine kadar cur'et ettiler ve gunumuzde dahi inkar edenler coktur.
    Fakat Hz. Mevlana bu birlik sırrının bircok inceliklerini, hikaye elbiseleri
    altında beyan buyurdukları halde, halk bu hikayelerin ic yuzune vakıf
    olamadıklarından, Mesnevi-i Şerif, Fususu'l-Hikem'e olan hoş gorusuz-
    luklerden kurtulmuştur. Hz. Pir’den beyit:
    "İşaret soyleyici olan Mansur, halk tarafından dar ağacına geldi. Benim
    sırlarımın sertliğinden ve şiddetinden dolayı, beni Hallac dar
    ağacına asar."
    İşte bu sakıncaya istinaden Hz. Pir, Celebi Husameddin hazretlerine,
    bundan daha fazla Şems-i Tebrizi hazretlerinden ve onun sırlarından
    bahsetmemeyi tavsiye buyururlar.
    143. Bunun sonu yoktur; baş taraftan bahset; git, yine bu hikayenin
    tamamını soyle!
    Ya'ni Hz. Şems'in sırları hakkındaki sozlerin sonu yoktur, cunku birlik
    sırları biter ve tukenir şey değildir; bundan dolayı baş taraftan bahsedelim
    ve donup yine bu hikayenin tamamını soyleyelim.
    (alıntıdır)

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Beyinden geçen düşünceler bize mi ait?

Kendini BİL!